15 Haziran 2010 Salı

Sınıflandırma(ma) Belası

Uzun bir aradan sonra, yakın bir arkadaşımın "zihinsel gıdıklama"'sı yardımıyla kafamı toplayıp yazabiliyorum. Tabii bu kısa ve keskin zihin açılmalarının yan etkisi düşünsel ishal de olabiliyor, sizleri olabildiğince bu durumdan korumaya çalışacağım.

Bugünkü konumuz sınıflandırma. Etrafımdaki insanların iletişiminde en sık gördüğüm problemlerden biri, en çok yanlış değerlendirilen zihin egzersizlerinden biri belki de. Böyle deyince benim bir istisna olduğum düşünülmesin, önünü sonunu düşünmeden konuştuğum her 10 dakika içinde en az bir tane yanlış yapıyorumdur kesin. Çünkü aslında, sınıflandırma insan ilişkilerinin temellerinden biridir.

Hepimiz (hepiniz) sınıflandırırız. Neyi? Herşeyi. Doğumdan itibaren beynimize kaydolan her bilgi kırıntısı, her anı, her yüz ve her ses, her koku ve her tat sınıflandırılır. Başka türlü bu kadar bilgiyi ne saklayabilirdik, ne de onlardan tutarlı bir yaşam oluşturabilirdik. Karşınızdaki nesneyi nasıl tanıyabiliyorsunuz? Karşınızda bir insan durduğunu nereden biliyorsunuz mesela? Beyniniz insanlarla ilgili o güne kadar görmüş, duymuş (ve tatmış/koklamış/dokunmuş) olduğu tüm anlardan bir seçkiye sahiptir, ve görüntüyü bunlarla eşleyerek insan olduğu sonucuna varır. Benzer bir biçimde, bir varsayıma göre Kristof Kolomb'un gemileri Amerika Kıtası'nı ilk keşfi sırasında pek çok yerli tarafından görülmüş ancak yerlilerin kafasında gemi diye bir tanım (=sınıf?) olmadığından algılanamamış ve görmezden gelinmiştir. Bazı Afrika kabilelerinin insanları halen televizyon seyredemezler, çünkü kavram onlara tamamen yabancıdır. Sahi, televizyonu nasıl sınıflamış beynimiz acaba?

Discovery Channel'ı andıran bu uzun girizgahtan hemen konumuza geçelim: Yaşamım boyunca birçok insan bana "ben insanları sınıflandırmam, karşıyım buna" demiştir, ve ben yakın bir zamana dek onların en hafifinden büyük bir yanılsama içinde olduklarını farkedemeyip bunu insancıllıkla bağdaştırmışımdır. Hani Mevlana der ya ne olursan ol gel diye, ya da Buddha öze bakılması gerektiğini, insanın yürek gözünü önde tutması gerektiğini, Gandhi yoksunluğun ille yoksulluk anlamına gelmediğini söyler ya hep, bu nedense "insanları sınıflandırmayacaksın!" türünden bir emir olarak algılanmış. Bir ipucu: Size bunu söyleyen insan (ya da siz de böyle düşünüyorsanız ta kendiniz) ya sınıflandırılmak istemiyordur, bundan düpedüz korkuyordur, ya da hakikaten ne söylediğinden zerre kadar haberi yoktur.

Yukarıdaki insan tanımlamasını genişletelim: Karşınızdaki insan bir zenciyse onun ten rengini görmezden gelebilir misiniz gerçekten? Aklınıza seyrettiğiniz ve içinde zenci olan tüm filmler, diziler (yaşı yetenler için Kökler mesela), basketbol, hip-hop, Kara Afrika'nın açlık tabloları vs. gelmemesi olanaklı mıdır? Hadi diyelim olanaklı, kaçınız gidip ona "nasılsın birader?" der? Türkçe bilmediğini varsayacaksınız otomatik olarak, garanti veriyorum. Ya da bir Çinli ile (Japon değil, dikkatinizi çekiyorum. İkisini birbirinden ayırabiliyor musunuz bari? Ayıramıyorsanız istediğiniz kadar eşitlikçi ve hümanist olun, yanlış tahmin büyük kabalık etmenize yol açacaktır. Yani sınıflandırmanız yetersizdir aslında ve o olmadan düzgün iletişim kurmanız da olanaksız olacaktır) nasıl konuşmanız gerektiğini düşündünüz? İşte bu sınıflandırmaktır, ve tamamen normaldir, doğrudur.

Gayler, Kürtler, Aleviler, travestiler, feministler, Beyaz Türkler, tikiler, fahişeler? Liste sonsuza dek uzayıp gider, ve siz sınıflandırmaktan nefret ediyorum derken aslında listenin tümünün farkındasınızdır ve elinizde dahi olmadan kafanız tüm bu stereotipleri yerli yerine koymuştur. Her sınıfın kendine özgü, ve daha önce bir yerlerde karşılaştığınız (size özellikle gösterilen?) işaretleri vardır. Önyargı denen o sevimsiz sözcük var ya hani? Aslında önyargı sizin bu işaretlerden çıkardığınız ilk sonuçtur; kendiniz farketmezsiniz dahi ve beyniniz sizi bir yerlere götürmüştür bile. Kurtulun bakalım önyargılarınızdan, kaçından ve nasıl kurtulacaksınız?

Sınıflandırma insan iletişiminde çok önemli bir yer kaplar, lütfen bunu unutmayın. Her tanıştığınız insana bir insan değeri yükleyerek işe başlamak kulağa çok güzel geliyor, biliyorum (sahile vurmuş denizyıldızlarından birini denize atıp en azından bir tanesini kurtaran adamın hikayesi kadar dokunaklı, ona da bir dahaki yazımda geleceğim), ama sınıflandırmayı reddederken onun dış görünüşünü, konuşmasını, davranışlarını görmezden gelmek durumunda kalacaksınız. Bu ise sizin temel hayatta kalma mekanizmanıza aykırı, üzgünüm. Eğer tersi doğru olsaydı ve gerçekten sınıflandırma yapmayabilen bir insan olsaydınız çevrenizde yalnızca tek bir sınıftan (hadi gül hatrınız için iki diyelim) insan olmazdı. İtiraz etmeden önce arkadaşlarınızın, tanıdıklarınızın hatta ailenizin profilini bir gözden geçiriverin lütfen. Ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız...

Gelelim işin en vurucu noktasına: Bence yanlış olan sınıflandırma yapmak değil. Sınıflandırın, ama yargılamamaya çalışın. Kişiyi olduğu gibi, olduğu yerde kabul edin. Onu yeterince seviyorsanız ve yargılamak, doğruyu göstermek istiyorsanız da bunu tavsiye şeklinde yapın.

Sevgiler

leidenfrost

4 Mayıs 2010 Salı

Kovaladıkça Kaçan Bir Garip Hayalet: Başarı

Uzun zamandır kafamda dolaşıp duran bir mesele bu başarı meselesi. Böyle muğlak ve yoruma son derece açık konularda insanın fikirleri her birkaç yılda bir değişebiliyor. Dolayısıyla şimdi yapılacak bir yorum birkaç yıl içinde tamamen geçersiz de kalabilir. Geriye dönüp baktığımda yine de sabit kalmış olduğunu düşündüğüm birkaç şey var ki, özellikle çocuğu okul çağına gelmiş anne-babaların çok dikkatle kulak vermelerini rica edeceğim.

Birincisi, başarı erişilen bir yer, bir paye, bir kıdem değildir. Başarı verilen bir görevin veya başlanan bir işin beklenen (ya da beklenenin üzerinde) sonuçlarla tamamlanmasıdır. Başarılı olunmuşsa görev veya iş tamamlanmıştır, insan sonsuza dek başarılı biri olarak yaşa(ya)maz çünkü başarılmış olan her neyse o artık sona ermiştir. Buradaki önemli nokta ise: Çocuklar bunu anlayamazlar. Onlar kendilerinden bekleneni yapmış olmanın kıvancıyla (içinde bulundukları topluma en çabuk ve kolay kabul edilmenin yolunun bu başarı denen şeyden geçtiğini hemencecik kavramışlardır) bunu tekrarlamaya and içerler bilmeden, farketmeden. Ebeveynler ise "maşallah çok çalışkan" bir çocukları olmasıyla o kadar ilgililerdir ki çocuğun hayatının geri dönüşsüz bir şekilde kaydığını asla göremezler. Burada milletçe sahip olduğumuz kendine güvensizliğin de büyük bir etkisi vardır. Anne babalar geçmişleri, kariyerleri veya yaşantıları ne olursa olsun tüm çocukları bu saçma sapan yarışa gözü kapalı sokmak konusundaki kararlılıklarını "aman benim yaşadıklarımı yaşamasın, hayatını garantiye alsın" yersiz endişesiyle "işte çocuk böyle yetiştirilir" yollu mastürbasyon ve statü geliştirme güdüsünün arasına atıverirler. Sonuç: Yıllığı 30 bin lira olan okullarda pahalı paryalık, yaratıcılığın ve içtenliğin ani ölümü. Zavallı çocuklar bunun içinde büyüdükleri için başlarına gelenleri farkedemiyorlar bile...

Özellikle 70'lerin ilk yarısında doğanlar, yaşadığınız eğitim tecrübesine şöyle dönüp bir bakın. Kaçınız gerçekten istediği, hayalindeki işi yapıyor? Hadi çıtayı indirelim, kaçınız enikonu sevdiği bir işle ilgili? Oradan da geçelim, kaçınız eğitimini aldığı işi yapma şerefine nail? Peki kaçınız sabah yataktan kalktığınızda taa ilkokul birinci sınıftan beri kafanıza kakılan bu başarı belasının sonucu olarak şu anda burada olduğunuzun bilincinde?

Problem nerede biliyor musunuz? Toplumsal yapılanmamızda ve yukarıda bahsettiğim kendimize olan inanılmaz güvensizliğimizde. Çok ani ve büyük değişimler geçirmiş toplumlarda köklü kültür yara alır ve eğer doğru bir şekilde yeniden yapılandırılamazsa karmakarışık ve sorunlu bir ilişkiler ağı kurulur (1923 sonrasını düşünün, devrimleri ve yapılış hızlarını. Bugün bunun yarısı hızda değişiklikler olduğunda tepkiniz ne olurdu? Aman, elden gidiyoruz!). Bizim yapılanacak zamanımız olmadığını yakın tarihimizi azıcık dahi bilenler hemen görebilir. 2. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya ve Japonya'da ilk ve en önemli gündem maddesi toplumsal yapılanma ve ulusal gururun/karakterin yerine konması olmuş. Onyıllar boyunca ulus olmak ve büyümekten başka hiçbir şeyle ilgilenmemişler. Peki ya bizde ne oldu? Atatürk ölene değin dahi sular durulmadı ve öldükten sonra girilmeyen bir savaş/kıtlık/Demokrat Parti/darbeler/sağ-sol derken dikiş tutamaz halde 80'leri bulduk. Sonrası hepinizin malumu zaten. Şizofren bir toplumun kendi gemisini kurtaran kaptanlarıyız her birimiz. Küçük küçük kazanıyor, iyice zayıf düşen devletimize her fırsatta laf geçirip yine her fırsatta ondan çalıp çırpıyoruz (farketmeseniz de, siz de çalıp çırpıyorsunuz. En azından alet oluyorsunuz. Biraz düşünün, bana hak vereceksiniz çünkü öyle alıştık ki buna artık yaparken anlayamıyoruz bile). Sonuçta da toplumca, büyük büyük kaybediyoruz. Peki çocuklarımızı bunu düzeltecek biçimde eğitmezsek, hatta daha da kötüye götürecek şekilde hayata hazırlarsak ne olacağız 20-30 yıl sonra? Cevap: 30 yıl öncesine bir bakın, anne-babalarımız bize ne öğretip buraya gelmemize neden oldularsa onun beteri olacağız.

Neyse, başarıya geri dönelim: Başarı sözcüğü tüm bu içte kalan uktelerin, modernleşme yanılsamasının ve sınıf atlama hastalığının ete-kemiğe bürünmüş halini anlatıyor. Başarının tek yolu çok çalışmaktır, başarılı çocuk sevilir, başarılı insan topluma en faydalı olanıdır vs. söylemlerin arkasında hep bu motivler bulunur. Kendisinin yapamadığını çocuğuna yaptırmak, kendi eksikliklerini çocuğuna tamamlatmak (40 küsür yaşına gelmiş, müdür olmuş ama zamanındaki haytalığı nedeniyle İngilizce'yi bir türlü doğru dürüst sökememiş, bu yüzden de olduğu yerde sıkışıp kalmış arkadaşımın çocuklarının en az iki dil bilmesi için yaptıklarını tüylerim diken diken olarak izliyorum mesela), kazanamadığı parayı çocuğuna kazandırmak için onu Çin işkencesinden farksız sınav serilerine sokmak hep tek bir şey içindir: Başarı. Başarı nedir diye sorsanız verecekleri cevaplar da bu sınavların sonuçlarıyla sınırlıdır. Peki kazandı bu okulu, şu üniversiteyi; sonra ne olacak? Sonrası allah kerim. O da bizim gibi bitirir, bir iş bulur ve çok para kazanır. Bu mudur başarı? Hayat bundan mı ibarettir, ve siz gözünüzün bebeği, biricik çocuğunuza bunu mu reva görüyorsunuz şimdi?

Türkiye'de teknisyen olması gerekenler dahil herkes mühendislik okumak ister (ve mühendis fazlası yüzünden teknisyen işlerinde teknisyen maaşına talim ederler!), herkes çocuğunun doktor olup lüks semtlerde muayenehane açması peşindedir (simitçiden az vergi verip villada oturan, Mercedes kullanan doktorlar var ya hani, sokağınızın köşesindeki bakkalda bile türlü çeşitli pos makinesi varken nakitten başka ödeme kabul edemeyenler hani, onlardan bahsediyorum). Tüm bu insan tiplerinin bize ne kadar çok kaybettirdiğini halen anlayamayan bir anne-baba ordusu, çocukları için en iyisini isteme ana başlığı altında toplumsal düzenimizi iyice bozuyor, sınıf ayrımını iyice belirginleştiriyor ve bizi daha da çok kırılgan yapıyorlar. Ama tek tek hepimiz çok başarılıyız, yanlış olmasın. Bunca yıldır Avrupa'ya gidip her türlü insanla tanıştım, bizdeki kadar yetenekli, iyi yetişmiş, zorluklara dayanabilen ve bir o kadar da yazık olan bir insan topluluğuyla karşılaşmadım henüz.

Bir de başarı adına çocuklarını önce yabancı okullarında, sonra da yurtdışında okutanlar var ki onlar başka bir yazımın konusu olacak.

Uzun lafın kısası, bu körlüğü aşamadıkça bizlerden bir halt olmayacak gibi. Çünkü eğitimsiz kaldıkça, öğretim yüklenip eğitim cahili oldukça daha da kötüye gideceğiz, bundan şüphem yok. Ha çok para kazanırız, sınıf atlayıp az zamanda çok işler başarmış görünürüz ama 30 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bizi biz yapan kumaşı nasıl tek tek, ufak ufak harcayıp bitirdiğimizi görüp hayıflanacağız gibime geliyor...

Başa dönelim o zaman: Başarı ne işe yarar? Kısa bir süre işleri yoluna koyar; ta ki başka bir görev veya iş gelip sizi başarısız kılana dek. O kısa sürede birşeyler biriktirmeyi, öğrenmeyi becerebildiyseniz ne mutlu, gerisi daha kolay gelecektir. Çalışanlara bir hatırlatma: İnsanlar başarısız olacakları işlere dek terfi ettirilirler. Bu yüzden de etrafımız yeteneksiz ve gereksiz yöneticilerle dolu. Ha, son bir uyarı: Eğitimsizlik arttıkça kişinin kendini başarılı, yetenekli ve akıllı görme eğilimi artarmış (araştırmalar var bu konuda, boşa söylenmiş bir şey değil). Yani kendine güvenen, cesur ve atak insanların büyük bir kısmının neye atıldıkları ve nasıl bir risk aldıkları hakkında en ufak fikirleri olmadığı için onlar daha hızlı yükselme şansına sahiplermiş. Belki bir milyon tanesinden bir tanesinin şansı yaver gidiyor ve istediği yere ulaşıyor, ama medya hep bu insanları "başarı hikayesi" diye bize yutturuyor. Dolayısıyla arkada yatan gerçekleri bilmemize imkan olmuyor. İşte size başarı. Halen istiyor musunuz onu? Peki kendi çocuğunuz için istemeye devam edecek misiniz? Tahmin etmiştim. Kolay gelsin hepinize o zaman...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Geyşa Hikayesi

Baştan o kadar esip gürledim, buraya çok şey akacak, çok şeyler olacak bu sayfada diye. Ama şimdi nereden başlayabileceğimi bilmediğimden dolayı sıkıntıdayım. Neyse, bugün aklıma gelmiş olan bir şeyle açayım madem. Bu bir geyşa hikayesi; daha doğrusu kulaktan kulağa gelerek bana ulaşan versiyonu. Malum, iletişim çağı diye şişine şişine konuştuğumuz bu devirde insanlar bilgiyi birbirlerine iletirken öyle dikkatsiz, öyle fütursuz oluyorlar ki tam tersine inanmak daha mantıklı geliyor bazen. İki ay önce başkasından duyduğum bir hikayenin hilkat garibesine dönmüş hali e-postayla geliyor ve ben güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyorum. Neyse, geyşa dedik. Daha en baştan konudan sapıp disiplini bozmayalım.

Günlerden bir gün Zen Budist adayı iki genç rahip her zamanki gibi kırlarda yürüyüyor, doğayla bütünleşebilmek için gözlem yapıyor ve birbirleriyle ulvi bir sohbet ediyorlarmış. Öyle dalmış yürürlerken karşılarına kendileri gibi genç bir geyşa adayı çıkmış. Zavallı kızcağız o daracık kimonosu ve biçimsiz terlikleriyle küçük bir derenin karşısına geçmeye çalışıyormuş. Bu rahip adaylarının, eğitimlerinin doğası gereği cinselliği ve onunla bağlantılı her türlü kişiyi, en başta da karşı cinsin herhangi bir üyesini tamamiyle dışlamaları, görmezden gelmeleri gerekirmiş. Bu nedenle iki gençten biri sessiz kalmış ve hemen başını diğer tarafa çevirmiş. Diğeriyse geyşayı kucakladığı gibi derenin karşısına geçirivermiş. Kız teşekkür etmiş, rahipler kendi yollarına gitmişler. Yaklaşık bir saat kadar hiç konuşmadan yürümüşler, sonra geyşanın karşısında sessiz kalmış olan artık dayanamamış ve diğerine sormuş: "Yasak olduğunu bile bile neden böyle bir şey yaptın?". Diğeri şöyle cevaplamış: "Kızın yardıma ihtiyacı vardı, ben de yardım ettim. Ayrıca ben geyşayı derenin bu tarafında bırakmıştım, ama görüyorum ki sen hala taşıyorsun."

Hayat geyşayı sürekli taşımak, ağırlaştırmak, önemsemek için fazlaca kısa değil mi sizce de? Ya da öyle değilse, ben farkında değilim de herkes 300 sene mi yaşıyor, herşeyi yapmaya yetecek vakti var mı herkesin acep?

Bir Kör Kuyu...

Merhaba,

Kafamdakilerin şişip sonunda patlamama yol açmasındansa, buraya dökeceğim pek çok şey için şimdiden herkesten özür dilemem lazım sanırım. Benim için bunları paylaşmak kadar, Midas'ın sırrını kimseye söyleyemeyip kör kuyuya anlatması misali, dışa vurmuş olmak da önemli. O yüzden burası kısa zamanda genellemelerle, stereotipik yargılarla, yaşıma-cinsiyetime-konumuma uygun (ama başkasına son derece ters gelebilecek) bir bakış açısından yazılmış tonla malzemeyle, ahkam kesmelerle dolup taşabilir. Dedim ya, kör kuyuya atıyorum bunların çoğunu. Ama zaten köşe yazarlarının yaptığı da bir süre sonra buna dönüşmüyor mu? Okuyan kişi sayısından bağımsız olarak tamamen kendilerinin olanı, kendi yoğurduklarını dışa dökme arzusu değil mi bu? "Kaleyi boş buldun, at bakalım" denebilecek bir şey bu ve evet, burada herkesin kalesi boş anlayabildiğim kadarıyla. Bir milyon izleyeni de olsa, yalnız başına günlük misali de yazılsa sonuç buraya çıkacak gibi.

Böylece ilk gözlemimi ve ilk genellememi başarıyla yaptım. Ahkamımı da kestim. Hadi hayırlısı...